ŞANLIURFA KÜLTÜR TARİHİNE KISA BİR BAKIŞ
Abuzer Akbıyık
Şanlıurfa’nın Göbeklitepe bölgesinde yapılan arkeolojik kazılarda, 11600 yıl öncesine ait tarihi eserler bulunmuştur. Böylece Urfa’nın, Anadolu’nun en eski yerleşim bölgelerinden biri olduğu ortaya çıkmıştır.
11600 yıllık tarihi süreç içerisinde Urfa, birçok milletlerin hakimiyetinde kalmış, birçok medeniyetlerin beşiği olmuştur. Bunun tabii bir sonucu olarak da köklü bir kültür yapısı oluşmuştur. Bu kadar uzun bir tarih içinde oluşan Urfa kültür yapısını incelemek, elbetteki başlı başına ayrı bir çalışma konusudur. Biz, bir fikir vermesi bakımından Urfa kültür tarihini özetlemeye çalışacağız.
Kültür; “gelenek halindeki her türlü yaşayış, fikir ve sanat varlıklarının toplamı”[1] dır. Bir başka ifade ile kültür, “bir milletin kimliğidir”, halk arasında doğar, yüzyıllar boyu içinde toplumsal, tarihsel ve evrensel değerlerle beslenerek oluşur. Kültür yüzyıllar içinde oluştuğuna göre, tarih içinde Urfa’da hakimiyet kurmuş devletlerden bahsetmemiz yerinde olacaktır.
Urfa’da hakimiyet kurmuş devletleri tarih sırasına göre şöyle sıralayabiliriz; Urfa; milattan önce Ebla, Akkad, Sümer, Babil, Hurri-Mitanniler, Arâmîler, Assur, Keldâni, Med, Pers, Makedonya Krallığı, İskender, Seleukos Krallığı, Parth Krallığı dönemlerini geçirmiştir. Milattan sonra Edessa Krallığı, Roma, Bizans, Sâsâni Krallığı dönemi geçirmiştir.
Akkadlar, Akkadca (Doğu sami dili MÖ XXIII yy dan sonra), Sümerler’in yazı ve konuşma dili Sümerce (MÖ 4.000-3.000) (yazı dili) [2], Asurlular (Asur dili), Babilliler (Babil Dili), Arâmîler (Arâmîce, Aramca)[3] Latince, Farsça, Süryanice, Nebatice (Aramice’nin özellikle Arapça’ya yakın kolu) bu dönemlerde yazı ve konuşma dilleri olarak sayılabilir. Putperestlik, Sabiilik (Yıldızlara tapan) ve milattan sonra da Hıristiyanlık[4] dini bu bölgede hüküm sürmüştür.
Halife Hz. Ömer zamanında İyad b. Ganem Urfa’yı 639 tarihinde fethetmiştir.[5] Böylece Urfa 639-661 dönemi içinde İslam dinine mensup Arapların hakimiyetinde kalmıştır. “Bölge ve şehirde oturan halk bu tarihte İslamiyet’i kabul eder. VII yüzyıl ortalarına doğru Urfa’nın İslamlaşması ile kültürel yaşam formasyonu büyük ölçüde değişir”. [6] Urfa İslamiyet’le beraber önceleri Emevi daha sonraları da Abbasi kültürlerinin benzer uygarlıklarında yoğrulur. (Emeviler dönemi 661-750) Özellikle “Abbasi hükümdarı Halife Harun-el Reşid döneminde Batı’da Ortaçağın karanlık dünyası yaşanırken, Doğuda Bağdat, Diyarbekir, Harput ve Mardin yanında, Harran ve Urfa’da ilimde sanatta ve ticarette çok ileriye gitmiştir”[7] (Abbasiler dönemi:750-990), Arapların hakimiyeti ile bölgede İslamiyet dini, dil olarak da Arapça bölgede hüküm sürmüştür.
Daha sonra Nûmeyrîler, Mervânîler, Bizans, Ermeni Philaretos dönemine rastlamaktayız. Urfa’da 1087’den sonra Büyük Selçuklular dönemi başlamıştır. Türklerin Anadolu’ya gelip yerleşmeleri Selçuklular’ın eline geçmesinden çok önceleri olmuştur. Kültür tarihi açısından önem arz ettiğinden bu konuya değinmek isteriz.
“Selçuklu Devleti kurularak, özellikle batı yönünde fetihlerin başlaması ve dolaysıyla Anadolu’nun tamamen fethedilip bir Türk yurdu haline getirilmesinden çok önceki zamanlarda (M.S. IV.yy sonlarına doğru) Anadolu’ya ilk Türk girişi, Hun Türkleri tarafından gerçekleştirilmiştir.”[8] “Kursık ve Basık adlarındaki iki başbuğun komutasındaki Hun atlı kuvvetleri, Erzurum üzerinden hareketle Karasu ve Fırat havzalarından Malatya’ya ulaştılar. Daha sonra bu kuvvetler, Çukurova’yı istila ile Orta-doğunun en sağlam surlarına sahip olan Urfa ve Antakya kalelerini başarısız bir kuşatmada bulundular”[9] “Hun Türklerinden sonra Sabar Türkleri (MS 508) Anadolu’ya girmişlerdir…. Hun ve Sabar Türklerinden sonra Anadolu’ya Üçüncü Türk girişi Türklerin VIII yüzyıldan itibaren özellikle Abbasiler devrinde, Türkistan ve Horasan’dan Anadolu’ya getirilerek Bizanslılara karşı gazalarda bulunan gaziler arasında , çok sayıda Müslüman Türkler vardır”[10]
Buna göre;Türklerin Anadolu’ya gelişleri 1071’deki Malazgirt Meydan Muharebesi’nden çok önceleri başlamıştır. ”Anadolu’nun kaderini tayin eden Malazgirt Savaşı’nda Selçuklu Sultanı Alparslan’a karşı savaşan Bizans hükümdarı Romanos Diogenes’in bayrağı altındaki Peçenek ve Uz (Hıristiyan Oğuz) Türklerinin bulunması sadece; Anadolu’da Türkmenlerden önce de Türk soyunun bulunduğunu gösterir”[11] , “Türklerin Anadolu’ya akın akın girmelerinin temel sebebi; yaşadıkları yerlerde Moğol baskılarının artmasındandır. Yine fazlaca artan nüfusun, verimi sınırlı olan yurtlarında barınamamaları sonucunu yaratmış ve bu sonucun tabii seyri olarak da büyük Anadolu’ya Türk göçü doğmuştur. Tarihi kaynakların verdikleri bilgilere göre, bu büyük göç sırasında on binlerce Türkmen ailesi, kendilerine yurt aramak için Anadolu yollarına düşmüşlerdir. İslam Tarihçisi Zekeriya Kazvini’nin vermiş olduğu rakamlara göre 3 milyona yakın Oğuz Türk’ü Anadolu kapılarından yeni yurtlarına giriyorlardı.”[12]
“Horasan’da Büyük Selçuklu Saltanatının kurulması ile başlayan büyük göçün Anadolu’ya getirdiği unsurlar yalnız göçebe unsurlar değildi. Anadolu’ya gelen Türkler arasında; Orta Asya’da çok eski zamanlardan beri köy hayatına, hatta şehir hayatına geçmiş her çeşit halk mevcuttu”[13] “Bununla beraber Türkmenler, Malazgirt zaferine kadar bu ülkede emniyetle oturamamışlardı”[14]
26 Ağustos 1071 tarihinde Selçuklu Sultanı Alparslan‘ın Bizans imparatoru Romanos Diogens‘e karşı kazandığı Malazgirt zaferi ile Anadolu kapıları ebediyen Türklere açılmış oldu. Yenilen imparatorla bir anlaşma yapıldı ve serbest bırakıldı. Bu anlaşmanın bir maddesi de “Malazgirt, Urfa, Antakya civarı ve Menbic (Halep ile Suruç arası) yöresi Türklere verilecekti. Fakat Romanos Diogenes’in yenilgisi üzerine Bizans tahtını ele geçiren yeni imparatorun onu Sivas dolaylarında yakalatıp gözüne mil çektirmesiyle bu anlaşma da çiğnenmiş oldu.
“Malazgirt Zaferi Türk ve dünya tarihinin dönüm noktalarından birisini oluşturan önemli bir olaydır. …Türkler bu kez bir istila ve yağma amacıyla değil, artık fethettikleri bölge ve yörelerde yerleşmeye başlamışlardır. Bu zaferden sonra Anadolu’da çeşitli Türk devletleri kurulmuş ve bu devletler Anadolu’nun bir Türk yurdu haline gelmesinde önemli tarihi rollerini oynamışlardır.”[15]
Malazgirt Zaferi’nden 16 yıl sonra 1087 yılında Urfa, Büyük Selçuklu hükümdarı Melikşah’ın komutanlarından Emir Bozan tarafından alındı. Melikşah, Emir Bozan’ı Urfa’ya vali olarak tayin etti. Böylece Türklerin ilk olarak Urfa’ya girmeleri 1087 yılında gerçekleşti[16] “Urfa Selçuklu döneminde yeniden eski uygarlığına kavuştu, hanlar, mescitler, medreseler açıldı, Ünlü Türk filozofu Farabi’nin ders gördüğü Harran (Okulu) Üniversitesi bu devirde daha da genişletildi.”[17]
Büyük Selçuklu hakimiyetinden sonra Urfa, Ermeni Thoros, Urfa Haçlı Kontluğu, Musul Atabeyleri (Zengiler), Eyyubiler, Anadolu Selçukluları, Artuklular, İlhanlılar, Memlüklüler, Timur, Döğer aşireti dönemi, Akkoyunlular, Karakoyunlular, Memlüklüler, Dulkadıroğulları ve Safeviler’in hakimiyetinde kaldı.
1517 yılında Yavuz Sultan Selim devrinde Osmanlı idaresine geçti. 406 sene Osmanlı hakimiyetinde kalan Urfa 1923 yılında Türkiye Cumhuriyetinin bir vilayeti oldu
Halife Hz.Ömer döneminde (639) Urfanın fethi ile günümüzden yaklaşık 1400 sene önce İslam Urfa ve havalisine gelmiş, islami kültür Emeviler ve Abbasiler döneminde zirve dönemini yaşamıştır. Büyük Selçuklu (1087) Zengiler, Artuklular, İlhanlılar, Memlüklüler, Dögerler, Akkoyunlular, Karakoyunlular, Dulkadıroğulları, Osmanlı imparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere, yaklaşık 900 senedir Urfa’ya Türk-İslam kültürü hakim olmuştur.
“İl gider töre kalır” sözünde olduğu gibi toprak değişse bile kültür, bir milletin varlığıyla birlikte devam eder. Urfa’ya gelen Müslüman Türkler, merhamet, iyilik, yardımseverlik, müsamaha, dürüstlük, kardeşlik, ahlak değerleri, insan hak ve hürriyetleri, ırk mezhep ve millete bağlı ve çeşitli dinlere inanan insanlar arasında ayırım yapmama gibi insanlığın temel vasıflarıyla, Şeyh Edebali, Yunus Emre, Hacı Bayram Veli, Hacı Bektaşi, Ahmet Yesevi gibi mutasavvufların düşünce sistemleriyle, velileriyle, ermişleriyle, şeyhleriyle, tarikatlarıyla, vakıflar, aş evleri, düşkünler evi, ahi teşkilatı gibi sosyal ve kültürel müesseseleriyle, camiler, medreseler, çeşmeler, imaretler, hamamlar, kütüphaneler, hastaneler gibi yapılarıyla, gelenek ve görenekleriyle, folkloruyla, müziğiyle, edebiyatıyla, sanatıyla özetle bütün kültür değerleriyle 900 senedir Anadolu’nun her köşesine olduğu gibi Urfa’ya da Türk ve islam’ın damgasını vurmuşlardır. Türklerden önce bu bölgede bulunan insanlar da zaman içinde Türk-İslam kültürü yoğrulmuştur.
Rivayetlere göre “Hz. Adem (a.s)’ın çiftçilik yaptığı, Hz.Nuh (a.s.)’ın gemisinin karaya vurduğu dağın (Cudi) bu bölgede olması, Hz.İbrahim (a.s.)’in doğduğu ve ateşe atıldığı yeri işaret eden makamların varlığı, Hz.Lût (a.s), Hz. İshak (as), Hz.Ya’kup (a.s), Hz. Yusuf (a.s), Hz.Eyyub (a.s), Hz.Elyesa (a.s.), Hz.Şu’ayb (a.s), Hz.Musa (a.s.) ve Hz.İsa (a.s)’nın bu bölgelerde yaşaması ve Şanlıurfa ile olan bağları, yöredeki ilgili makamları, bu tarihi şehrin “Peygamberler Şehri” adıyla anılmasını sağlamıştır.”[18] İşte bu nedenlerle Şanlıurfa yüzyıllar boyu dini merkez konumunda olmuştur. İslamiyet’in bölgedeki hakimiyeti ile Urfa halkı İslam dinine bağlı bir hayat sürdürmüştür. Evliya Çelebi ünlü seyahatnamesinde (1640) Urfa ve Urfalılardan bahsederken “Tanrı bu şehir halkına Hz. Halil İbrahim bereketi vermiştir. Burası gayet bereketli ve bolluk olan bir yerdir. İnsanları Halil İbrahim gibi sevimli, Müslüman, takva sahibi adamlardır” der.
Urfalıların dini sohbet yaptıkları, dini kitaplar okudukları, peygamberlerle ilgili kıssalar dinledikleri ortamlardan biri de sıra geceleridir. Gerçekten de Urfalı, birçok dini bilgisini sıra gecelerinde öğrenir, kafasına takılan soruları sorar, samimi bir oram içinde cevaplarını alarak bu konudaki eksikliğini tamamlar. Konuyu bu açıdan değerlendirdiğimizde İslami yaşantı ile sıra gecelerinin bağlantısını görmekteyiz. Bu noktadan baktığımızda sıra gecesi geleneğinin tarihin derinliklerinden geldiğini görebilmekteyiz.
Tarih boyunca Urfa, Harran’la birlikte kültür ve medeniyetin beşiği olmuştur. Dini konular yanında, felsefe, tıp, matematik, astronomi ve müzik konusunda önemli sayıda ilim adamı yetişmiş, bu ilim adamlarının yazdığı eserler günümüze kadar gelmiştir. Din bilgini İbni Teymiyye, din, astronomi ve matematik bilgini El Bettani, mimar Abdülkadir bin El Selametel Ruhavi bunlardan birkaçıdır.
Dini ve diğer bilimlerde akademik düzeydeki çalışmalar, ayrıca Urfa ve Harran’ın ipek yolu üzerinde bulunması nedenleriyle, Urfa doğu ve batı arasında kültür ve sanat alışverişinde önemli bir köprü olmuştur, ileri fikir hamlelerine önayak olmuştur.
Tarih süreci içinde edebiyat, Urfa kültürü içinde ayrı bir ehemmiyete sahip olmuştur. Urfalı Nabi,[19] XVII yy. Divan edebiyatının en önemli şairidir. Özlü söyler, nüktedandır “Nabi gibi söyler” sözü günümüzde dahi kullanılmaktadır. Musikişinastır, besteler yapmıştır.
Urfa tarih boyunca edebiyata ve şiire önem vermiş XVIII ve XIX. Yüzyılda Hikmet, Şevket, Abdi gibi yüzlerce Divan edebiyatı şairi yetişmiştir. Şairlerin yetişmesinin en önemli etkeni Urfalının kültür birikimi, şiire ve şaire değer vermesi olarak özetlenebilir. “Marifet iltifata tabidir” sözünde olduğu gibi yazılan şiirlerin çevre ile buluştuğu, iltifata mahzar olduğu ilk ortam, Sıra geceleridir. Şiirin beğenildiğini gören şair daha büyük bir hevesle edebiyata sarılmaktadır. Böylece sıra geceleri Urfa’da şiirin ve diğer edebiyat kollarının da gelişmesine katkıda bulunmuş olmaktadır. Geçmişte olduğu gibi bugün de yapılan sıra gecelerinde divan edebiyatının en güzel gazel örnekleri gazelhanlar tarafından okunmaktadır.
Urfa halkı misafirperverdir. Urfalıların misafirlerini ağırladıkları ortamlardan en önemlisi sıra geceleridir. Yabancı misafirler Urfa’ya geldiklerinde yakın ilgi görürler. Urfalı “kerıp”[20] dediği yabancıları sofrasında ağırlamaktan zevk duyar. Bu husus yüzyıllar öncesinden gelen bir gelenektir. Evliya Çelebi seyahatnamesinde, Urfa halkından bahsederken “içinde oturan halkının iyi huylu, hünerli kişiler” olduğunu anlatır. Hele halkının son derece yabancı dostu ve gönül alıcı, son derece konuksever kimseler olarak, gece ve gündüz sofralarında konuksuz yemek yemediklerinden sitayişle söz eder. Gerçekten de doğuştan her Urfalının yüreği insan sevgisi ile dopdolu bir garip dosttur.”[21]